13 Ocak 2010 Çarşamba

Beklemek mi bizim yaşamımız...

Yeni Türkü'den bir şarkı bu...
Bebeklerin bekleme diye bir duygusu yokmuş...Bir şey istediklerinde
olmayınca o nedenle hemen başlıyorlar ağlamaya...Yetişkinlerde de aslında yokmuş, bunu öğrendim bu süreçte. 2 koca hafta oldu yazmayalı...Beklemek o kadar zor ve zaman o kadar sürünerek akıyor ki insanın takati kalmıyor bir şey yapmaya. Oysa bütün gün evdeydim, zaman kocaman boş bir oda gibi beni çevreliyordu. İstediğim gibi doldurabilirdim ama ben öldürmeyi seçtim. Şimdi düşünüyorum da ne yaptım bu koca 2 haftada hiç hatırlamıyorum. Beklemek zor iş, hele ki içinde kıpırdayan, sana ultrasondan göz kırpan, gözünü açıp kapayan ya da dudaklarıyla emme hareketleri yapan, kalbinin atışını gördüğün, nefes alırken kaburgalarının inip kalktığını izleyebildiğin, hıçkırık tuttuğunda elini karnına koyduğunda her defasında elinin altında hissettiğin o küçük varlığa hem bu kadar yakın hem bu kadar uzak olmak gerçekten bir sabır denemesi gibi... Sağ kaburgamın hemen altında hissettiğim şeyin ne olduğunu o kadar merak ediyorum ki, muhtemelen ayağı kızımın. Getirip dayayıveriyor, dışarıdan bile çok net görülebiliyor. Şu yandaki resme bakınca kesin ayağı olduğundan eminim :)

Bu son 2 hafta yürüyüş yaparak, arkadaş ziyaretleriyle, ara sıra alışveriş yaparak, örgü örerek geçti
. geçenlerde yün aldığım yüncüye bu kez düğme almak için gittim. O bile "aaa siz daha doğurmadınız mı?" diye sordu. Hayır aldığım yünü ördüm bitirdim hırka yaptım, hata düğmesini bile almaya geldim ama hala doğurmadım :) İlginçti ama, bu süreçte o kadar farklı ortamda o kadar farklı insandan dua aldım ki, kolay doğurmakla ilgili. Normal değil, sezaryen bile olsa çok rahat ve kolay olacağına inanıyorum.

9 ocak Cumartesi günü sevgili arkadaşım Şebnem'in nikahına gittik, Hacettepe'deki tüm eski iş arkadaşlarımı gördüm. Çok iyi ge
ldi. O gün de pek süslü pek güzeldim. Nazar oldu da ondan mı doğuramadım acaba ben???? Sonra dün Gordion'da eski twinning projesindekilerle buluştuk. Ulrich ve Bela'yı gerçekten özlemişim. Masada bir de Ernst diye bir STE'nin eşi Susanne vardı. Çok şirin artık torun torba sahibi bir kadın. Çocuklarının hepsini toplam 2 saatte doğurmuş, darısı bulaşsın diye ona sürtündüm :) Bu geleneği Alman bir kadına Almanca olarak nasıl anlattığımı yazmayayım şimdi, resim koymak daha iyi anlatabilir :ppppp İşte aşağıdaki resimde Susanne ve ben :) Tarih 12 ocak 2010 Salı...

Normal doğum olsun diye yapmadığım kalmadı, böğürtlen ya
prağı çayı içmek, uzun tempolu yürüyüşler, evening primrose kapsülleri kullanmak...Gerçekten elimden geleni yaptım. Ama İmge dünyaya geliş biçimini kendince seçmek istedi diye düşünüyorum.

Gelelim güzel kızım İmge'ye...Şu anda saat 12:51. Yarın bu saatlerde inşallah doğmuş olacak kızım. Çooook uzun yolculuğumuz başka biçimde devam edecek ama birinci etap bitmiş olacak:) Heyecanlı mıyım diye kendimi yokluyorum. Daha çok hissiz gibiyim :) İm
ge şu anda 41 hafta 3 günlük oldu. Bu süre bir bebek için aslında hayli uzun, yani gecikmiş bir bebek bizimkisi...İçeride kaldığı süre uzadıkça riskler de arttığından Ebru hanım, yarın için sezaryen günü verdi. Bu kararla barışığım, ben de onaylıyorum, çünkü artık plasenta da yaşlanıyor ve bebeğe yetmemesi gibi bir şey olacak diye kaygılanıyorum. Yani 42 haftayı geçiren bebek yok, nasılsa yarın olmazsa 1-2 gün içinde doğardı İmge ama riskler benim göze alamayacağım kadar büyük. O nedenle yarın saat 07:00'de hastanede olacağız, 08:00 gibi ameliyathaneye inmiş oluruz, epidural anestezi uygulanacak, uyuşma durumu da belirleyici tabii.Babası da ameliyathanede benimle birlikte olacak. Filiz teyzesi de fotograflamak için yanımızda olacak, bol seyircili bir başlangıç yapacak kızım hayata. Ebru hanımın da dediği gibi, önemli olan hayata pürüzsüz bir başlangıç yapması...Merak ediyorum, saçları olacak mı, olursa ne renk olacak, çıkar çıkmaz çığlık atacak mı yoksa poposuna bir şaplak mı gerekecek? Teni beyaz mı esmer mi olacak? Daha bir sürü şey.

Geçen hafta 40 haftalıktı kızım. O zaman bir balkabağı büyüklüğünde olduğu söyleniyordu
. Anne karnında biraz fazla kaldığı için kilosu biraz fazla olabilirmiş, teni olduğundan daha koyu renk görünebilirmiş, ayrıca eğer suyu azaldıysa -ki bizde böyle bir sorun yok ama derisi pul pul olabilirmiş. Bakalım yarın göreceğiz hepsini.. Düşünüyorum da kızımın bir haşhaş tohumu ya da susam tanesi kadar olduğu günlerden bu günlere geldik. Artık bunda sonrası için tek dileğim, sağ salim kucağıma alıp onu koklamak... Her şey Allaha emanet, doğumdan o kadar da korkmuyorum. Herhangi bir aksilik olacak olsaydı, bu geçen süreçte de olurdu. Çok şükür bu noktaya kadar geldik kızımla. Bebeklerin %5-6'sı kadarı gününü bizimki kadar geçiriyormuş. Kızım da bu minik yüzdeye girmeye başardı, bilmem ki bu artık tembellikten mi, nazdan mı, benim beceriksizliğimden mi :)))) Kendimi dinlemekten kaçınıyorum şu sıra ama bazen böyle olmuş olmasına üzülüyorum.

Doktorum da söyledi, başka yerlerden de okudum, doğumu neyin başlattığı bilinmiyor. Bir teoriye göre doğumu ilkel beyin başlatıyormuş ve eğer dışsal bir tehdit algılanıyorsa doğumu başlatmıyormuş beyin.
Bebek doğunca anne ve bebek güvende olmayacak diye...Bu o kadar etkili bir mekanizma ki doktorumun dediğine göre, anne strese girerse başlayan doğum durabiliyormuş bile. Sancıların bıçak gibi kesilmesi örneğin...Genellikle anne sancı çekerken dışarıda insanların maaile bekleşmelerinin bu durumu tetiklediğini söyledi. ... Çok mantıklı geldi bana ama ben gayet pamuklara sarılmış günler geçiriyorum, ne tehditi algılıyorum acaba bilmiyorum ki...Acaba kendi evimde olmamak mı beni geriyor. Belki de...

Hazırlıklarımız tamam, bavul ve çanta zaten haftalar öncesinden hazırdı. Ufak tefekleri de arada tamamladım. Hatta araya bir yelek bir de hırka bile sıkıştırdım. Bugün de yatağı ve odayı temizleyip hazırlayacağım, sonra artık saat tik taklarını dinlemek kalıyor...

Bu akşam tekrar yazacağım, doğum öncesi son kez...






Hiç yorum yok: